Biz bu boku neden yedik?
Son günlerde yaşanan hadiselere uyan güzel bir hikayeyi buyurun beraber okuyalım.

Güneş, Diyarbakır’ın bereketli toprakları üzerine kavurucu bir ışıkla vururken, köy yolunda tozlu bir at arabası ağır ağır ilerliyordu. Arabanın üzerinde, köylülerin ağası olarak bilinen, iri yapılı, bıyıkları gür, ellili yaşlarında Abdullah Ağa oturuyordu. Yanında ise, yıllardır onun marabalığını yapan, zayıf ama çevik, otuzlu yaşlarının sonundaki Murat vardı. Murat’ın gözlerinde her zaman bir uykusuzluk izi, omuzlarında ise toprağın ve alın terinin bitmek bilmez ağırlığı vardı. Kasabaya gidiyorlardı; Ağa, köyde topladığı mahsulü satacak, Murat ise ailesi için un ve tuz alacaktı. Arabanın gıcırtıları, yolun sessizliğini bozan tek sesti.
Abdullah Ağa, doğası gereği muzip, hatta zaman zaman biraz da kaba şakaları seven bir adamdı. Köylülerini, özellikle de Murat gibi sessiz ve itaatkar olanları sık sık lafla sıkıştırırdı. Murat ise sabırlıydı, Ağa’nın her lafına eyvallah der, işini yapar, başını öne eğerek geçerdi. O gün, Ağa’nın canı biraz sıkkındı, belki de kasabaya varana kadar oyalanacak bir meşgale arıyordu. Tam o sırada, yolun ortasında, taze, dumanı tüten kocaman bir sığır boku öbeği gördüler. Ağa'nın gözlerinde yaramaz bir parıltı belirdi. Atı durdurdu, boka doğru işaret etti.
“Hele bak Murat,” dedi Ağa, sesinde hem bir alay hem de bir meydan okuma vardı. “Şu boku olduğu gibi yersen, şu at arabası var ya, üzerindeki yüküyle, atıyla, her şeyiyle senin olur. Ne dersin?” Murat şaşkınlıkla baktı. Yüzünde tiksintiyle karışık bir ifade belirdi. At arabası, onun için sadece bir yük taşıma aracı değil, aynı zamanda bir umuttu. Yıllardır kendi atı ve arabası olsun istemişti, böylece kasabaya kendi ürününü götürebilir, daha fazla kazanabilir, belki de ailesini biraz daha rahat ettirebilirdi. Ama bu… Bu büyük bir utanç, büyük bir iğrençlikti. Abdullah Ağa ise keyifle Murat’ın yüzündeki ifadeyi izliyordu, zaten kabul etmeyeceğini, bu şakayla biraz eğleneceğini düşünüyordu.
Murat, uzun uzun düşündü. Bir yanda yıllardır hayalini kurduğu özgürlük, diğer yanda hayatının en iğrenç anı. Gözlerini yumdu. Ailesinin aç kalmış çocuklarını, her kış odun kömür derdini, karısının yamalı elbiselerini düşündü. Yutkundu. Tiksintiden midesi bulansa da, yüzünde kararlı bir ifade belirdi. Arabadan indi, boka doğru yürüdü. Ağa'nın yüzündeki alaycı ifade, yavaş yavaş şaşkınlığa, sonra da dehşete dönüştü. Murat, gözlerini kapatarak, iğrenç kokuyu içine çekerek, midesini bastırarak, o taze sığır bokunu yedi. Zorlanarak da olsa, her lokmayı yutuşunda, Ağa’nın vekâletini devraldığı bir belge gibiydi. Bitirdiğinde, Murat'ın yüzü kıpkırmızıydı, gözlerinden yaşlar akıyordu ama zaferin parıltısı da belirgindi.
Ağa’nın çenesi kasılmıştı. Köylüsünün bu kadar ileri gideceğini asla düşünmemişti. Şimdi at arabasını, atıyla, tüm malıyla Murat’a vermek zorundaydı. Yüzü allak bullak oldu, canı sıkılmıştı. Bu şaka, kendi başına patlamıştı. Murat, arabanın yanına geçti, dizginleri ele aldı. İkisi de sessizce yola devam etti. Ağa, kendi at arabasının yanında yürüyordu, sırtı kamburlaşmış, gururu incinmişti. Arada bir Murat'a bakıyor, inanmaz bir şekilde başını sallıyordu. Yeminini tutmak zorundaydı, ama bu durum onu çileden çıkarıyordu.
Biraz daha gittikten sonra, yolun ortasında, ilkini aratmayacak büyüklükte bir başka sığır boku öbeğiyle karşılaştılar. Bu sefer Ağa durmadı, geçip gitmek istiyordu. Ama Murat, Ağa'nın pişmanlığını ve yüzündeki asık ifadeyi fark etmişti. Kendi at arabasını durdurdu, Ağa'ya döndü. Sesinde ne bir alay vardı ne de bir meydan okuma; sadece mantıklı, sakin bir teklif: "Ağam," dedi Murat, "bu pisliği yersen, bu arabayı sana geri veririm. Ne dersin?" Ağa'nın gözleri büyüdü. İşte fırsat! Kaybettiği itibarını ve malını geri alma şansı! Ama bu sefer kendisi yiyecekti o iğrenç şeyi. Onca kibir, onca alaycılık... Kendi tuzağına kendisi düşüyordu.
Abdullah Ağa için bu çok daha zordu. Hem fiziksel olarak hem de gurur açısından. Yüzünü buruşturdu, derin bir nefes aldı. "Peki!" dedi, sesi zorla çıkmıştı. Murat arabadan indi, yolu boşalttı. Ağa, titreyen elleriyle boku tuttu. Midesi kasıldı, her yutkunuşta boğazına düğümleniyordu. Ama gözünde tekneye, toprağa, kendi eski hayatına dönme arzusu vardı. Nihayetinde, o da ilk öbeği zorlanarak da olsa bitirdi. Yüzü, Murat’ınkinden bile daha bembeyaz olmuştu, alnında soğuk ter damlacıkları vardı. Murat, söz verdiği gibi dizginleri ona uzattı. Abdullah Ağa tekrar at arabasına oturdu, ama bu sefer gururlu değil, yorgun ve yenilmiş görünüyordu.
Bir süre daha sessizce yola devam ettiler. Kasabaya yaklaştıkça, çevredeki tarlaların kokusu, yolun kenarındaki kuş cıvıltıları daha belirgin hale geliyordu. Murat, Ağa’ya baktı. Ağa’ın yüzünde hâlâ bir hüzün, bir pişmanlık vardı. Murat, içten gelen saf bir merakla, ama sesinde herhangi bir yargılama olmadan, sadece durumu özetlercesine sordu: "Ağam," dedi, hafifçe öne doğru eğilerek, "bu araba senindi, şimdi yine senin. Peki biz bu boku neden yedik?"
Sorunun ağırlığı, güneşin yakıcılığından, yolun tozundan, hatta sığır bokunun iğrençliğinden daha ağırdı. Abdullah Ağa, başını çevirdi, Murat'ın yüzüne baktı. Gözlerinde ne bir cevap, ne bir öfke, ne de bir alay vardı. Sadece bir boşluk, derin bir anlamsızlık. Omuzları düştü, gözleri ufka daldı. Gerçekten de neden? Neden bu kadar saçma, bu kadar iğrenç bir şeyi yapmışlardı? İkisi de, anlamsız bir kibir ve anlık bir kazanç uğruna, insanın düşebileceği en absürt durumun içine girmiş, hem fiziksel hem de zihinsel olarak bir çukura yuvarlanmışlardı. Ve o gün, Diyarbakır ovasında, iki adamın midesiyle birlikte ruhları da garip bir şekilde ağırlaşmış, hayatın en büyük ironilerinden birini acı bir ders olarak öğrenmişlerdi.
FACEBOOK YORUMLAR